top of page

BİLİME NASIL GÜVENİYORUZ? BİLİM OBJEKTİF OLABİLİR Mİ?

Bilimsel nesnellik incelememizde yapmak istediğim ilk şey, birçok insanın kafasındaki bilimsel nesnelliğin basit bir resmini netleştirmektir. Bu, bireysel bilim insanlarının doğal dünya hakkındaki gerçeğin pasif alıcıları olduğu fikridir. O zaman tek yapmaları gereken bilimsel yöntemi takip etmektir ve bunun sonucunda objektif bilgi ortaya çıkar değil mi? Bilimin işleyişi pek de bu şekilde değil. Bir şeyi felsefi olarak analiz ettiğimizde, genellikle çok basit bir formülasyonla başlayıp daha sonra onu geliştirmek yardımcı olur. O halde basit bir resimle başlayalım. Bilim adamları dünya hakkındaki gerçekleri gözlem, deney ve simülasyon yoluyla keşfederler. Bilimin objektifliğini tartışmadan önce bazı kavramlara aşina olmamız gerekiyor. Öncelikle gerçeklik kavramından bahsedelim ve bununla yakından ilgili olan terim gerçeğe olan inanç.


Gerçekler tanım gereği doğrudur. Gerçekler dünyanın gerçekte nasıl olduğunun temsilleridir. Şimdi bunu inançlarla karşılaştırın. İnançlar doğru ya da yanlış olabilir ya da ikisi de olmayabilir. Tanım gereği dünyanın gerçekte nasıl olduğunu temsil etmek zorunda değiller, yanılıyor olabilirler. Ayrıca hakikat meselesi olmayan, fikir meselesi olan şeylerle de ilgili olabilirler. Şimdi, ideal bir senaryoda, dünya hakkındaki inançlarımız, dünyanın gerçekte nasıl olduğuyla aynı çizgidedir ve bu durumda, dünya hakkında doğru inançlara sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle gerçeklere karşılık gelen inançlar. Özetlemek gerekirse, gerçekler dünyada gerçekten doğru olan şeylerdir; inançlar herhangi bir şeyle ilgili olabilir, gerçeklerle ilgili olabilir, hatalı olabilir veya fikirlerle ilgili olabilir. Dünyanın gerçekte nasıl olduğunu anladığımızda gerçeğe inanırız. Ancak unutmayın, yanlış inançlarımız da olabilir ve ne yazık ki hepimiz pek çok yanlış inanca sahibiz.Daha da önemlisi, bilim insanlarının da yanlış inanışları olabilir, gerçekler hakkında yanılabilirler.



Bu, bilimin kesinlikle vazgeçilmez ve temel bir prensibine işaret etmektedir. Bilim insanlarının doğru olduğuna inandıkları ile gerçekte doğru olan arasında bir fark olabilir. İnançlar değişir, umarım gerçeğe yaklaşılır, ancak gerçekler gerçek olarak kalır. Gerçekleri kavramak için bilimsel yöntemler kullanırız ama yanılabiliriz. Dolayısıyla bilim insanlarının yanlış inançlara kapılmış olabileceği açıktır. Ancak bir soru şu ki, her şeyi doğru yapıp yine de yanlış inançlara sahip olabilirler mi? Bu soru bizi başladığımız fikre, nesnel bir bilimsel sürecin dünya hakkında nesnel bilgiye yol açması gerektiği fikrine geri getiriyor. Kendi kişisel önyargılarımızı ortadan kaldırmaya çalışırsak, dünyanın gerçekte nasıl olduğu hakkında bilgi sahibi olacağımız garanti edilir mi? Gerçekleri bildiğimizin garantisi var mı? Cevap ne yazık ki hayır. Bilim tarihi bize, bilim adamlarının artık yanlış olduğuna inandığımız dönüşler yaptığı birçok vakayı gösteriyor.


Buna iyi bir örnek, Einstein'ın evrenin statik olduğuna dair yanlış inancı ya da Hubble'ın evrenin ne kadar hızlı genişlediğine dair yanlış hesaplamaları olarak verilebilir. Bu bilim insanlarının her ikisi de objektif olmayı hedefliyordu ancak yine de dünyanın gerçekte nasıl olduğuna dair bilgi üretemediler. Bilim insanları tarafsız olmaya çalışabildikleri ve yine de bazen gerçekleri keşfedemedikleri için, bilimsel nesnellik beyanını başarı yerine amaçlara göre formüle etmek daha iyi olacaktır. Dolayısıyla bilim insanlarının gözlem, deney ve simülasyon yoluyla dünya hakkındaki gerçekleri keşfetmeyi "amaçladıklarını" söyleyebiliriz. Bu küçük bir değişiklik gibi görünebilir, ancak buraya amaç kelimesini ekleyerek bilimsel başarı hakkındaki düşüncelerimizi temelden değiştiriyoruz. Başarıyı dünya hakkındaki gerçekleri keşfetme meselesi olarak tanımlamak yerine, başarı dünya hakkındaki gerçekleri keşfetmeyi hedefleme meselesi haline geliyor.


Açık olmak gerekirse, nesnelliğin iyiyle, öznelliğin kötüyle eşanlamlı olmadığını görmek önemlidir. Tüm kararların subjektif olmasını bekliyoruz. Dondurmanın en lezzetlisi, çocukları en sevimli, en iyi hokey takımı. Eğer kendimize özgü bakış açımızı ortadan kaldırırsak, bu yargılar daha iyi olmaz, onların bütün amacı budur. Ancak bilimsel araştırma bize dünya hakkındaki gerçekleri anlatmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bilimsel iddiaların objektif olması gerekir.


Bu, bilim insanlarının dünya hakkında bilgi edinme arayışlarında değerleri kullanmadıkları anlamına gelmez, kullanıyorlar. Bu değerlerden bazıları aslında bilim insanlarının bilgi üretmesine yardımcı oluyor. Bunlar filozofların epistemik değerler dediği şeylerdir. Peki bu değerlerden bazıları nelerdir? Doğruluk bunlardan biridir. Bilim insanları teorilerinin doğru tahminlerde bulunmasını isterler çünkü bu, teorilerinin ne zaman doğru olduğunu gösterir. Basitlik, birçok bilim insanının çalışmalarında takip ettiği başka bir değerdir. Bilim insanları genellikle teorilerinin basit olmasını isterler çünkü en basit açıklamanın çoğu zaman doğru olduğunu düşünürler.



Epistemik değerlerden bahsettik ama aynı zamanda bilim insanlarının da herkes gibi insan olmasının ve onların da çalışmalarını olumsuz yönde etkileyebilecek diğer değerlere, kişisel değerlere ve önyargılara bağlı kalmalarının sürpriz olmaması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ilk çalışmalarda sperme aktif yumurtaya ise pasif bir rol biçilmesi bilim insanlarının toplumsal cinsiyet değerleri etkisinde kalışına iyi bir örnektir. Ne var ki bu tür önyargıları ortadan kaldırmak mümkün.


Bilim insanlarının dünyanın nasıl olduğuna dair aynı inançlara sahip olmaları, yani fikir birliğine varmaları, onların inançlarının doğru olduğunu ve gerçeklerle örtüştüğünü ortaya koyar. Fikir birliğine varmanın ana yolu, kanıtları şu ya da bu şekilde değiştirebilecek önyargıları ortadan kaldırmak için birbirlerinin çalışmalarını eleştirmek.

Günümüzde nesnelliği teşvik eden mekanizmaların incelenmesi ve bunların nasıl geliştirilebileceği bilim felsefecileri için önemli ve merkezi bir konudur. Peki bu mekanizmalardan bazıları nelerdir?


Bunlardan biri olan Çift-kör denemeler, ne deneycinin ne de katılımcıların kimin bir hastalık için gerçek tedaviyi kimin plaseboyu aldığını bilmediği anlamına geliyor. Peki neden böyle bir deney tasarlayalım? Çalışmalardan birine katıldığınızı ve size aslında plasebo değil ilaç tedavisi gördüğünüzü söylediğimi hayal edin. Bu, kendinizi daha iyi hissettiğinizi veya tam tersini düşünmenize neden olabilir. Aynı şey bilim adamlarının kendileri için de geçerli. Onlar da, araştırmalarında ilacı alan bireylerin daha iyi hissedeceğini, almayanların ise hissetmeyeceğini düşünmeye sizin kadar duyarlılar. İlacın işe yaramasını istiyorlar ve bu da onları önyargılı hale getiriyor. Peki çözüm nedir? Hem bilim insanlarını hem de katılımcıları karanlıkta bırakın.


Sonra terimi rastgele hale getiriyoruz. Rastgele denemeler, ilacın veya tıbbi tedavinin deney deneklerinin yarısı üzerinde denenmesini gerektirir, ancak herhangi bir kişinin hangi yarıya atanacağı rastgele seçilir. Bu yine mümkün olduğunca önyargıdan kaçınmayı amaçlamaktadır. Kimin hangi gruba atanacağını bilim insanlarının kendilerinin seçtiğini düşünün. Belki farkında bile olmadan, daha sağlıklı görünen insanları bir gruba, daha hasta olanları ise diğer gruba atayabilirler. Bu, sonuçları çarpıtmaz mı? Neredeyse kesinlikle öyle olurdu.


Üçüncüsü Kontrollü çalışmalar, plasebo alan bir kontrol grubunun kullanıldığı çalışmaları kastediyorum, yani herhangi bir tedavi almıyorlar. Bilim insanları, ilaç tedavisini gerçekten görmeyen bir grubu dahil ederek, ilacın gerçekte katılımcılar üzerindeki etkisini anlayabilirler. Çünkü o olmadan bilim insanları, sadece deneyde bulunmanın katılımcının sağlığı üzerinde olumlu ya da olumsuz etkiler yaratma olasılığını ortadan kaldıramaz. Ayrıca diğer tüm değişkenleri eşit tuttuğu için bilim insanlarının ilacın kesin etkisini ölçmesine de olanak tanıyor. İki grup arasındaki tek fark, bir grubun ilacı alması, diğerinin ise almamasıdır. Artık kontroller yalnızca klinik deneylerde kullanılmıyor. Biyoloji, psikoloji ve diğer birçok alanda kullanılmaktadır. Genel olarak kontrollerin bilim adamlarının "kafa karıştırıcı değişkenler" olarak adlandırdıkları etkileri ortadan kaldırmayı amaçladığını söyleyebiliriz. İki olay arasında bir ilişki olup olmadığını görmek için test yaparken, kafa karıştırıcı bir değişken sonuçları öyle etkiler ki, üzerinde çalıştığınız şey arasında bir ilişki olmadığı halde bir ilişki varmış gibi görünür. Örneğin kontrollü bir deney yapmazsak fırtınalar ile baş ağrıları arasında nedensel bir ilişki olduğunu zannedebiliriz. Oysa gerçekte olan bu ikisinin ortak bir nedeni olmasıdır. Baromatik basınçta düşüş.


Bilim insanları bu deneyleri tasarlamak için birlikte çalışırlar. Tartışmak istediğim bir sonraki mekanizma, bilimsel topluluğun nesnelliği sağlamasının bir diğer merkezi, akran değerlendirmesidir. Akran değerlendirmesi, bilim insanlarının birbirlerinin çalışmalarını yayınlanmadan önce eleştirdiği süreçtir. Bir grup bilim insanı öncelikle yürüttükleri araştırmayı özetleyen bir makaleyi bilimsel bir dergiye sunacak. Daha sonra kendi alanlarındaki diğer araştırmacılar, yani meslektaşları, çalışmalarının yayınlanmaya değer olup olmadığına karar verecekler. Peki bilim insanları buna nasıl karar verir? Metodolojisi hatalı olan bir çalışma yayınlanmaya değer olmayabilir. Meslektaşları, araştırmacıların kafa karıştırıcı değişkenleri yeterince kontrol edip etmediklerini veya yeterince büyük bir örneklem büyüklüğüne sahip olmadıklarını veya çalışmanın istatistiksel hatalarla dolu olup olmadığını söylerler.


Yayınlanmadan önce bilim insanları çalışmalarını sıklıkla konferanslarda sunarlar. Akranları daha sonra onlarla çalışmaları hakkında konuşabilir ve nasıl ilerleyecekleri konusunda tavsiyelerde bulunabilirler. Belki kullanılacak daha uygun istatistiksel testler vardır. Belki de çalışmayı yürüten araştırmacıların henüz düşünmediği kafa karıştırıcı bir değişken vardır. Dolayısıyla akran değerlendirmesi ve tüm bu formlar bilimin nesnelliğine katkıda bulunur çünkü üzerinde anlaşmaya varılmış bir eleştiri mekanizmasıdır.


Pre-registration, bilim alanında yayıncılık için nispeten yeni bir modeldir. Bilim insanları çalışmaları için ön kayıt yaptırdıklarında bu, test etmek istedikleri hipotezleri, belirli bir çalışmayı ve bu hipotezleri test etmek için kullanacakları metodolojileri ayrıntılı bir şekilde özetlenmiş bir dergiye sundukları anlamına gelir. Hatta bazı dergiler, etkiyi bulsa da bulmasa da, sonuçlara bakılmaksızın ön kayıtlı bir çalışmayı yayınlamayı garanti eder. Dolayısıyla bu durumda bilim insanlarının olumlu sonuçlar alıp alamayacakları konusunda endişelenmelerine gerek yok. Çalışmaları, inceledikleri fenomen arasında hiçbir ilişki göstermese bile yine de yayınlanacaklar.


Size anlatmak istediğim bir diğer objektiflik mekanizması da meta-analizdir. Meta-analiz, birçok çalışmanın sonucunu tek bir araştırmada birleştiren istatistiksel bir tekniktir. Tıpkı bilim insanlarının bir grup olarak çalıştıklarında daha objektif olmaları gibi, birlikte gruplanan daha fazla çalışmanın bilim insanlarına dünyanın doğru bir resmini verme olasılığı daha yüksektir. Peki neden? Bunun temel nedenlerinden biri, birlikte gruplanan çalışmaların ayrı ayrı yapılan çalışmalardan daha fazla veri noktasına sahip olmasıdır.


Bilim camiası komik bir normu takip ediyor. Buna bazen öncelik kuralı denir. Öncelik kuralı, sonucu ilk kim alırsa veya en azından sonucu ilk yayınlayana tüm kredinin verildiği anlamına gelir. Bu garip ve anti-demokratik görünebilir. Belki kredinin herkese katkısına göre, katkı payına göre dağıtılması gerekir. Ancak bilimde gerçekten oraya ilk varan, övgünün tamamını veya en azından çoğunluğunu alır. Bazı filozoflar, bu öncelik kuralının, yani oraya ilk ulaşana itibar etmenin aslında bilim insanlarını risk almaya ve azınlık fikirlerini veya tuhaf fikirleri araştırmaya teşvik ettiğini ileri sürmüştür. Çünkü çoğu zaman ana akım görüş doğru olsa da bazen tuhaf görüşler aslında doğru olanlardır. Dolayısıyla, oraya ilk varan grubun tüm övgüyü almasına izin verirseniz, bu, bazı insanları bu tuhaf ve ilginç fikirleri araştırmaya teşvik edecektir.


Artık bilimin başına bela olan başka bir sorun var; bu, sahte akran değerlendirmesinden bile daha yaygın olan p-hacking. Bu olguyu açıklamak için öncelikle p değerinin ne olduğunu açıklamam gerekiyor.


P değeri, bilim insanlarına deneylerinin sıfır hipotezini reddedip reddedemeyeceklerini belirlemede yol gösteren istatistiksel bir ölçüdür. Genellikle boş hipotez, deney grubu ile kontrol grubu arasında hiçbir fark olmadığını söyler. P hacking ise dergilerin genelde olumsuz sonuçları yayınlamama yönelimidir. Bu da literatürde çarpıtılmış bir takım değerlere el verebilir.


Bilinçli ya da bilinçaltı olarak bilimin tamamen nesnel ve rasyonel olduğunu düşünmüş olabiliriz. Ancak bazı bilim insanlarının çoğu eylemi öyle gözükmüyor. Bu yüzden P-hacking gibi sorunları çözmeye çalışan bir araştırmacı olan Brian Nosek’ e bilimin ne olmadığı konusunda çok katılıyorum.


Bilimin amacı %100 gerçeği üretmek değildir. Zamanla daha az yanlış yapmaktır.

Comments


bottom of page